Mülteci Kamp Günlüğü
Yazan : Harun Tak*
Amedim! sevdam...
Bütün gün kendimi savurup atacak bir yer aradım. Üç gündür havanın pusu üzerime yapışıp kalıyor sanıyorum. Yağan yağmurla, tenime değen soğukla, ormanlardan yükselen buhar nehirleriyle, kararan gökyüzüyle, günümü gece, gecemi zemheriye dönüştüren her şeyle kavgalıyım sanki. İliklerime değin yerleşmeye çalışan sensizlikle, beni benle kavgalara sürükleyen geçmişimle hepiniz! İç içe yoğrulup üzerime üzerime geliyorsunuz. Bir çıkış arayan; bulamayan çaresizliğime küfürler savuruyorum. Kendimi fırlatıp atacak yeryüzünde yeni bir yer bulmalıyım diyorum çokça! Yeni bir yer yok diyor içimdeki ses; burası son durak ve son dönemecindeyim hayatın.
Yeni yeni iliklerime değin işleyeni farkediyorum. Gerçek hayat dedikleri bu olsa gerek. Bir daha göremeyeceğim dediklerimle, bir daha aynı havayı, aynı suyu, aynı mekanı paylaşamayacağımı bildiklerimle çoğalıyor bu hüzün. Ayrılık hep sonradan işlermiş yüreğe ya! İşte buralarda yeni farkedebiliyorum ayrılığın gerçek sızısını. Binlerce kilometre uzağa fırlatıp atmışlığımı, imkansızlığımı, çaresizliğimi yeni yeni farkediyorum. Oysa bizler! Biz göçmen kuşlar “en şanslılarıyız” geride bıraktıklarımızın!!! Cebimdeki “kimliğim”le, ellerimin arasında sıkı sıkıya tuttuğum odamın anahtarıyla ve tabi son sevincimle!.-Bir bisikletim oldu geçen gün! Kullanmakta zorlansamda bana ait bir bisikletim var artık..-
Tüm bunları sıralıyorum ardı ardına; bir daha yeniden inşa edemeyeceğimi bildiğim hayatımın ilk somut olguları bunlar. Ama olmuyor! İçimi, beni ele geçiren bulutlar dağılıp gideceklerine çoğalıyorlar işte.
Alelacele giyinip çıkıyorum odamdan. Gitmeli bir yerlere ama neresi olursa gitmeli.. Bisikletime atladığım gibi uzaklaşıyorum kamptan. Yüzüme çarpan rüzgar her defasında bana gerçeği fısıldıyor; “fiili imkansızlardasın”, “gidecek hiçbir yerin yok”, “binlerce kilometre ve hayatın ister kıldıkları senin önünde dikili duran yeni engellerin” diyor. Ellerim üşüyor. Uzun zaman sonra ilk kez bisiklete biniyor olmanın verdiği gafletle, bir an ellerimi ısıtayım istiyorum. Bisiklet bir yana ben diğer yana yuvarlanıyoruz. Yoldan geçen arabalardan meraklı bakışlar üzerimde yoğunlaşıyor. Birkaç sıyrık ve incinmiş gururumla oradan alelacele uzaklaşıyorum. “Gidebileceğin hiçbir yer yok” diyor içimdeki ses. Umutsuzca pedal çeviriyorum, yağmur çiseliyor bir yandan. Bana ve hüznüme eşlik etmek istercesine. Burada yeni bir başlangıç diyor beynim. Sıradan her insan gibi! Bir avuç yaşam gibi! İçinden beni ben yapan şeylerin, tümü çıkarılmışta olsa...
Bir bıçak gibi önümü kesiyor tren! Mecburi bir bekleyişteyim. Hemen yanımda duran otomobilin camına yapışmış beni izlemekte küçücük bir çift göz. Çocukluğumun kahramanlarından “Heidi’nin” gözlerine nede çok benziyor. Heidi’nin ülkesinde olduğumu hatırlıyorum son anda. Alpler, Klara, Peter sırayla dökülüyorlar dudaklarımdan. Gülümsüyorum! Kocaman gözleriyle oda bana gülümsüyor. Ülkem özgür olsa diyorum! Adın “laşer”, tutsam o küçücük ellerinden.. hayal işte. Karanlığımı dağıtan hayallerimden biri daha yakıyor içimi. Otomobil yanı başımdan uzaklaşırken küçücük elleriyle selamlıyor beni “Heidi”.
Nereye gitsem benle gelenimi! Nerede olsam benle olanımı arıyorum sanki. Bir trenle bir başka mekana ulaşıyorum, kalabalıklar içinde kaybolmak, kendimde yitip gitmek adına uğraşıp duruyorum. Kalabalıklar savrulurken ben olduğum yerden bir adım öteye bile gidememiştim. Hayatın çivisi çıkmışsa bir kez yerinden! Aynı yere sokmaya çalışman beyhude bir caba diyor içimdeki ses. Beyhude bir uğraşı benimkisi biliyorum! Önüne geçilemeyen. Nehre düşen damlaları seyrederken buluyorum kendimi. Her damla bir diğerinin aynısı küçük çemberler oluşturuyor! Akan nehre inat! Bir tek su damlası olsam diyorum; düşsem şu koca nehrin içine! Eriyip kaybolsam. Her nereye götürürse götürsün; ama sussun şu içimi kaplayan ses.
“Tut ellerimden üşümesin gözlerim” demesin!
“..........................................................................................”demesin.
Demesin “sen istersen çoğalırım”.
Gitmeli; gidecek yeri olmayanların gidebileceği bir yer bulmalı şu hayat denen anlamsızlıklar içinde.
Tut ellerimden! Üşüyor gözlerim.
Götür gideceğin yere.......
Kum zerreleri yakıp kavuruyorken içimi; Adını koyma istersen.
Gittiğin yer benle dolar.
Ben olurum gökyüzündeki yıldızlar; kayar giderim sen istersen.
Sen istersen! Çoğalırım..... avuçlarımda yüreğim.
Tut ellerimden! Üşümesin artık gözlerim.
23.09.2007 – saat 03:30
2..,
Amedim, yürek yangınım, sevdam. Bazen böyle kaybolur giderim işte! Sen bakma bana. Dedim ya en şanslı olanlardanım; şu seni bırakıp gidenlerin. Burada; yeryüzünün cennet parçasının içindeyim. Giderek yaşamın tamda göbeğine ilerliyorum. Tabiki her zaman benle olacak olanlarla birlikte! Bana bisikletin verildiği ilk gün çıkıp saatlerce dolaştım kamp çevresinde. Keşfe çıkmıştım senin anlayacağın. Nehir, sırt, şelale, orman, küçük patikalar, yollar gezip durdum dinlenmeksizin. Bana en çarpıcı gelen neydi biliyormusun? Hadi bura insanlarının öz güvenine, rahatlığına bir anlam verebiliyorsun da! Ya şu “ineklere” ne demeli..
Yanlarından geçiyorum! Beni farkeder etmez gözlerini gözlerime dikip bana bakıyorlar. En küçük davranışımı beklediklerini hissedebiliyorum. Bazen hep birlikte bana yöneldikleri de oluyor. Benden “yapmam gerekeni” bekliyorlar adeta. Pavlov’un “şartlandırılmış” köpekleri misali.. Kürdistan’ı , bizim “inekleri” düşünüyorum. Yanlarına yaklaşan insandan ürküp kaçışlarını! Korkularını! Başlarını önlerine eğip gidişlerini buradaki arkadaşlarının!!! Davranışlarıyla kıyaslıyorum.
Korkudan eser yok gözlerinde!!! Hiç korkmamışlar, hiç korkutulmamışlar, hiç ezilip bastırılmamışlar. Ne söylense anlıyorlarmış gibi duruyorlar. Sadece “inekleri” olsa neyse! Tüm hayvanlarda aynı şeyi sezinliyorum. Komşu çiftliğin kocaman bir köpeği var! Hani “Heidi”nin sırtına bindiği şu İsviçre’ye has iri kıyım köpeklerden. Adı “Ziro”! Yanıma sokulduğu ilk gün öylece dikilip kalmıştım! Kaçmakla-kalmak arasında tercih bile yapamadan üstelik. Geldi; iyice yanıma sokuldu! Biraz kokladı! Sonra ne yaptı dersin! “Yılıştı”.. Birkaç dokunuşla arkadaş bile olduk. O iri kıyım cüssesiyle üzerime çıkmayı bile denedi! Tabi “Amed” çocuğuyuz ya! Altta kalırmıyız; birkaç küçük hasarla-bana giysi yardımı olarak verilen yeni gömlek ve pantolonumun salya ve çamura bulanmasıyla- işi atlattık. Şimdilerde kampımızın giriş kapısına değin sokuluyor. İçeriden benim çıkma anımı kolladığını biliyorum! Allahtan kampın bir diğer çıkışı var, oradan “Ziro’ya” yakalanmadan sıvışabiliyorum.
Kuşlarda, kedilerde, böceklerde, arılarda aklına gelebilecek her hayvanda aynı şeyi görebiliyorum. Sanırım “huzurun” anlamı tamda bu olsa gerek. Hiç kimsenin sana “bilinçli” zarar vermeyeceğini, hiç kimsenin senin yaşamına kastetmeyeceğini bilmek, hiç bir baskı ve şiddete maruz bırakılmamak, her şey ama her şey birbirini tamamlar biçimde “doğanın” döngüsü içinde doğal mecrasında sürüp gidiyor. Kürdistan’da böylesi bir yaşamı, böylesine bir “doğal” akışın varlığını düşlüyorum. İnsanlardan her türlü canlı varlığa, doğaya değin.. hakkımız olan insanca yaşam bu diyorum.
Odama kazara giren irice bir böceği öldürmek! Yerine ters çevirdiğim bardağımın içine alıyorum. Penceremden dışarıya, ormana dönmesine yardımcı oluyorum. Her şey, doğal akışı içinde devam etsin diye. Biz Kürtlere şu yeryüzünde tanınmayan “doğal akışı”. Dışımızdaki her şeye saygıyla sunma adına yapıyorum bunu.
Sevgisizliğe inat sevgiyi yüreğimde yeşerten, vicdansızlığa inat vicdani bilincime, benliğime kazıyan Amedim. Buralarda hep senle yarınlarımızın olanca güzelliğini düşleyerek, yaşamın kıyısında da olsa, hayalde olsa senle olmaya devam edeceğim! Her nefes alışımda, her kalp çırpınışımda senli gelecek düşümün benle olduğunu hissederek...
3...
Hafta sonları; kamptan kaçtığım firari günlerim benim. Hafta sonlarını iple çekiyorum. Bana uzanan dost elleri yakalamaya koşuyorum adeta. Sırf bu dünya üzerindeki yalnızlığımı azaltmak adına yapıyorum bunu. Sıcacık dost elleriyle buluşuyorum her defasında. Her hafta sonu bu kamptan uzaklaşmakla, “sabrımı da” bilemiş oluyorum. Yapacak hiçbir şeyi olmayan! İradesini, geleceğini başkalarına teslim etmiş biri olmanın azabına dayanma gücü bulmak adına uzaklaşıyorum bu mekandan. Belirsizlik hep benle gelse de, hüznüm her adımda çoğalsa da nefes aldığımı hissettiğim ender anlarımdır hafta sonlarım.
Geçen hafta sonu tatilim bittiğinde arabasıyla beni kampa bıraktı bir dostum. Kampımızın önündeki fasulye tarlasını görünce, “Taze fasulye satın alabilir miyiz?” diye komşu çiftliğin sahibine sormamı istedi. Hafta içi hep uygun bir anı kolladım; Çiftlik sahibi “Edi”yi yakalayıp fasulyenin kilosunu kaça sattığını sorabilmek için. Aklımda hafta sonuna yakın bu işi yapmamın doğru olacağını da kurguluyorum. Toplayacağım fasulyelerin bayatlamaması için. Erken toplarsam fasulyelerin çürüyebileceğini falan düşünüyorum anlayacağın. Böylelikle benim fasulye toplayıp satın almak işim, hafta sonuna değin kaldı. Her sabah uyandığımda ilk iş “fasulye” tarlasına bakıyorum. Fasulyeler beni bekliyor! Cuma sabahı yine “fasulyelerime” bakmak için pencereye yanaştım. Fasulye tarlasının ortasında bir traktör! Fasulyelerimi!!! Biçip biçip sağa sola savuruyordu. Panik halinde elime geçirdiğim bir poşetle fırladım kamptan dışarıya.. “Ne oluyor kardeşim? Daha ben fasulye satın alacağım. Niye güzelim fasulyeleri buduyorsun!” diyorum çiftçiye!!! Sanırım anladı! Benim birkaç kelime almanca, birçok kelime kürtçe, türkçe yakarışlarımın nedenini. Yaklaşık olarak, bana şunları söylediğini tahmin ediyorum!: “Fasulyeler artık kartlaşmaya başladı, onları hayvanlara yem olarak kullanacağım. Ama sen istersen şu bölümü sana bırakabilirim. İçinden taze filizleri bul istediğin kadar topla” Tüm bunları almanca bilmeden nasıl anladığımı sormayın! Çünkü bende bilmiyorum..
Tabi birde işin para boyutu var; kilosu ne kadara? Gibi yeni sorularımı yöneltiyorum! Yine cevap olarak şunları söylediğini tahmin ediyorum!.. “Para sorun değil! Sen bana diğer işlerimde yardımcı olursun ödeşiriz.” Bundan iyisi can sağlığı dedim tabi. Bizim çiftçi “Edi” fasulye tarlasını biçmeye devam etti. Kenarda bir bölümü olduğu gibi bana bıraktı. Girdim bana ayrılan fasulye tarlama. Edi yanıma gelip hangi fasülyeleri toplamam gerektiği konusunda uygulamalı bir anlatımda bulundu! “Gut”, “nicht gut”...
Bir uzun koridor boyunca bana bırakılan fasulye tarlasının içine daldım. Toplayabildiğim kadar topladım tabi. (Sanırım beş altı kilo ancak gelirdi!) Fasulye toplama işinin sırt ağrısına neden olduğunu da pratikte yaşayarak öğrenmiş oldum böylelikle.. Fasulyelerimi(Bohnen) poşetime güzelce yerleştirdim. Edi hala o çevrede çalışmaya devam ediyordu. Selamlaştık, kampıma döndüm. Yoldaşıma verdiğim sözü yerine getirmiş olmanın gururuyla tabi! Son anda dahi olsa işi kotarmıştım.
Ertesi hafta kamp sorumlusu elinde telefonla odama geldi. Yine anlamadığım almancayla! Bana “Çiftlikten beni istediklerini, onlara yardıma gidip gidemeyeceğimi sorduklarını, şu an telefonda olduğunu” söyledi. İşim yoktu! Tabi ki gidebileceğimi söylemesini istedim. Çalışmaya gideceğim için eski pantolon ve gömleğimi giyindim. Birde kampta varlığını bildiğim “çizmelerimi”(Stiefel) giyip çiftliğe gittim. Edinin karısı Maria beni bekliyordu.. Bana “Birne” toplayacağımızı anlattı elinde tuttuğu armut`un yardımıyla. Ağaçların altına dökülen armutların hangilerinin “gut” hangilerinin ise “nicht gut” olduğunu da izah etti tabi. Gün boyu aralıklarla çalıştık! Armutlar biteceği yerde giderek bendeki güç tükeniyordu. Saat beşe doğru Maria “bu günlük bu kadar yeter” dedi. Üç beş kilo fasulye için bu kadar çalışmanın pekte adaletli olmadığını düşünerek kampa döndüm.
Çalışmanın getirdiği fiziki yorgunluğun aslında beynimde uçuşup duran soruların tümünü birden silip atmış olduğunu görünce derin bir uykuya daldım. Buralarda çalışmanın güzel yanı ne biliyor musun? Sıcak banyo ve düzenli molalar... Bir sonraki gün yine aynı şey tekrar etti! “Yardıma” çağrıldım, ben de tekrar gittim. Amacım “benden ne istediklerini” anlamaktan öte bura insanlarıyla sıradan ilişkiler kurabilmekti. Tekrardan “armut” toplama işine giriştik. Bu arada sohbette ediyoruz! Gözüme “Ceviz” ağacının altında dökülü duran cevizler (Walnuss) ilişince dilimi tutamayıp, cevizleri neden toplamadıklarını sormuş oldum!!! Maria’nın anlattıklarından “istersem kendim için toplayabileceğimi” anladım! Eh o kadar yardımcı oluyoruz değil mi! Birkaç kilo ceviz toplasam bunlara ne zararı olur ki, diye de düşüncemi pekiştirdim. Armut toplama işinden yorgun argın dönerken kendimde ceviz toplayacak güç bulamadığım için bir sonraki güne erteledim özel işimi!
Araya yağmurlu günler girdi. Benim cevizler öylesine orada toplanmayı bekliyordu her gün çoğalarak! Havaların ısındığı, güneşin açtığı ilk gün yine aynı çiftlikten “yardım” amaçlı çağrıldığım söylendi kamp sorumlumuz tarafından. Bu yardım işini iyice abarttıklarını düşünsem de, sırf bura insanlarıyla kurduğum kontağı kaybetmemek, yanımda akıcı bir almancayla yapılan sohbetler için bile olsa değer diyerek iş başı yapmaya karar verdim. Kamptaki arkadaşların tamamı “beş kilo fasulye on frank etmez! Gitme” deselerde...
O gün akşama doğru işimiz bitti. Ben dökülmüş olan cevizlerimi toplayıp kampa döndüm. Pardon! Dönüş yolculuğu esnasında Maria bana Mısır (Mais) tarlasını ve Elma (Apfel) bahçesini göstererek bir şeyler söyledi. Bende “tabiki” demiş bulundum!!! Hay dilimi eşek arısı soksaydı da Mais ve Apfel hasatında onlara “yardım” edebileceğimi söylemeseydim. Şimdilerde “Apfel” toplama işinde çalışıyorum. Bu gidişin pekte hayra alamet olmadığını, birkaç kilo fasulyeden buralara değin nasıl geldiğimi, hala çözebilmiş değilim...
Kampımızın çevresinde bulunan her şey, bana aitmiş gibi davranıyor arkadaşlar! İşin kötüsü Edi’lerin birde “domuz” ahırı var!!! Yarın bir gün kendimi domuz ahırında çalışırken bulursam hiç şaşırmayacağım. Gene de hadi hayırlısı diyorum. Öğrendiğim almanca kelimeler arasına “Schwein” kelimesinin de katılmasına az kaldı...
4....
Hayat dediğimiz! Senaryosunu da kahramanlığını da bizlerin üstlendiği, bizlerin oynadığı, bizlerin yazdığı filmin “her zaman bizlerin belirlediği yönde” akıp gittiğini bildiğimiz halde! Hep “elimizde olmayan” “güç getiremediğimiz” “bizim dışımızdaki etmenler” dediklerimize yenik düştüğünü söylemeden yapamayız. Dışımızda bizim “istemlerimizin” karşısında yürüyen her şeylerin, günahını kendimizden uzak tuttuğumuz “anların” esiriyiz hepimiz.
Ölesiye isterken! Yaşam yolumuzdan çıkmaya “gücümüz” hiç olmamıştır. Çoğu kez seviyorum demek dışında! Canımızı dişimize dayayıp sevdiğimize koşmamışızdır. Elimizi taşın altına sokmadan; taşın olduğu yerden kalkıp bize doğru gelmesini dilemekten başka hiçbir şey yapmadığımız halde “sevgimizi” en ulaşılmaz yerde konumlandırmış. Kimselerin, sevdiğimizin bile yakınına sokulmasına müsade etmemişizdir. Oynayan bizler! Yazan bizler! İsteyen, istemeyen bizlerken kendi günahımızı sırtımızda taşıma erdemliliğini bile gösteremeden; bu filmin “başkaları” tarafından böylesine “istemediklerimizle” doldurulduğunu iddia etmekle, sorumluluktan kaçmakla yaşamımızı daha bir dayanılır, tahammül edilir, kerteye mi getiriyoruz? Yaşamın tam da bizim “emeğimizin” yoğunlaşmış ifadesi olduğunu, tamda emeğimizin karşılığı olduğunu bildiğimiz halde neden bu ara sokaklara kaçma çabasından asla vazgeçmeyiz?
Yerinde tamda zamanında küçücük bir adım atıldığını düşlediğimizde; hayatımızın bir başka kulvarda, bir başka mecra da bütün o doğallığıyla akıp gideceğini de biliriz. Biliriz bilmesine ama! O adımı o zamanda ve o mekanda atmayışımızın ağırlığından sıyrılmak için bir ömür boyu uğraşır dururuz. İçimizi burkan, bizi bizden uzaklaştıran girdaplar oluşturur! Çaresizlikten, suçluluktan sıyrılmanın yolunu arar dururuz; “Her nesil kendi öncelikleriyle düşünür” deriz, “olgun koşullar” deriz, elimize ne geçse kendimize siper etmekten geri durmayız. Girdiğimiz yol! Gittiğimiz mecra bizimdir oysa. Girmediğimiz yol! Gitmediğimiz mecra da bizimdir elbette. Seçimimizin sonuçlarına katlanma gücümüzü oluşturmak adına uğraşıp dururken birilerinin bize “hiçbir şeyi” değiştiremeyeceğimizi fısıldamasını bekleriz umutsuzca...
Kulağımıza fısıldanan bir tek kelimenin anlamı tüm o hayatımız dediğimiz filmin baştan sona yeniden kurgulanıp, değişip dönüşmesine, anlam kazanmasına neden olur. Ben hayatımın geride kalan sahnelerinde her ne yöne sapmışsam bunun benim eserim olduğunu bir cellat duyarsızlığıyla kendime fısıldamaya! Gelecek film sahnelerinde hiç değilse gidilecek limanları, dönülecek virajları “emeğimle” “sevgimle” “benle” birlikte dönmeyi becermekle işe yeniden koyulmayı deniyorum.
Biliyorum geç kalmışlığımı! Biliyorum yaralı ve bitap düşmüşlüğümü! Biliyorum geçmişin geri getirilemeyeceğini! Ama avuçlarımda sıkı sıkıya tuttuğum yüreğimin sahibine, bana! Bu son dönemecindeki hayatımın armağanını fısıldamadan duramam. İmkansızı olura çevirmekte olsa bunun adı..
“Bir gün mutlaka Amedim
Bıraktığım yerde bulsam da, bulmasam da,
geri döneceğim.”
*Harun Tak: 1968 Diyarbakır doğumlu. Üniversiteden Kimyager olarak mezun oldu. Bir buçuk yıl lise Kimya ögretmeni olarak çalıştı. Ögretmenliği bırakıp Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinde profesyonel olarak çalıştı. Politik ilticaci olarak 2007 yılında İsviçreye geldi. Şiir ve yazılar yazıyor. Yayımlanan ‘Sevdam Kavgamdı’ adında bir anı romanı var. Göçmenlerin öz örgütlenmesi PangeaKolektif’in üyesi.
**Kullanılan resim: Hazır kahveden yapılan bu resmin ismi "Tahammül". Ve yine Alwy Fadhel tarafından yapılmış. Kendisinin tutulduğu yerde başka bir sığınmacı tarafından geliştirilen bu teknikte hazır kahve değişik oranlarda sulansırılıyor ve resim yapılıyor. Alwy Fadhel de bu tekniği o sığınmacıdan öğreniyor.