Ana içeriğe atla
Görsel
MÜLTECİLER_GÜNÜ

Bir bavul, bir can ve bitmeyen bekleyiş: 20 Haziran Dünya Mülteciler Günü üzerine

Bugün 20 Haziran. Dünya Mülteciler Günü.

Adımız “mülteci” oldu, sıfatımız “bekleyen”.
Kimi zaman belgelerin, kimi zaman posta kutusunun başında.

 

Ben iki yıldır İsviçre’deyim. Mülteciyim.
Ama sadece bekleyen değil, yazan, anlatan, aktaran biriyim.
Çünkü susturulmak istenen her kelime, yeni bir cümleyle diriliyor içimde.
Sürgünde gazetecilik yapmak kolay değil.
Kimi zaman tek başına, kimi zaman sadece bir kampın karanlık odasında laptop ışığında, ama hep direnerek yazıyorum.
Çünkü biliyorum. Bu çağda yazmak, var olmaktır.
Ve biz, bizi yok sayanlara inat, var olmaya devam ediyoruz.

 

Bugün bir başka burukluk daha var içimde.
Oğlum, Civan'ım Türkiye’de, ikinci sınıfı bugün bitiriyor. Karnesini alacak, arkadaşlarıyla vedalaşacak. Tatil heyecanı içinde. 
Ve ben orada, onun yanında değilim.
Sınır kapıları, uzak şehirler, kurallar, bekleyişler ve görünmez duvarlar…
Hepsi bizi ayırıyor birbirimizden.
Oğlum ne çok büyüdü ben buradayken…
Ben ne çok küçüldüm onu göremedikçe.

 

Evet, artık eminim. Ortada bir mülteci sorunu yok.
Ortada devasa bir insanlık trajedisi var.

Bir sabah bir evin çatısına bomba düşüyor, başka bir sabah annenin telefonu susuyor çünkü sınırdan geçmeye çalışırken çocuğu kurşunlanmış.
Birkaç gün sonra ayakkabılarından tanıyorsun onu, deniz kıyısında bir çocuk cesedi olarak…
İnsanlar sadece canlarını kurtarmaya çalışıyor.
O kadar.
Ama Avrupa artık kulaklarını tıkamış, gözlerini kapatmış.

 

Almanya’da, Fransa’da, Avusturya’da, İtalya’da ve burada, İsviçre’de… Sağcı partiler iktidara değilse bile vicdanlara ortak oluyor.
Almanya’da AfD oy patlaması yapıyor, Fransa’da Le Pen ailesi neredeyse zafer kutlamalarına başlıyor, Avusturya’da keza  mülteciler için “geri gönderme köyleri” öneriyor.
İtalya’da göçmen tekneleri açık denizde bekletiliyor.
İsviçre’de ise N kimlikleriyle mühürlenmiş hayatlar, her sabah yeniden “bekle” talimatı alıyor.
İsviçre insan hakları ile övünürken, kamp mutfaklarında çürük yemekler, çamaşır sıralarında suskunluk, güvenlik görevlisinin gözlerinde küçümseme var.
Bu nasıl bir tezat?
Nasıl olur da bu kadar çok ülke, aynı anda kalbini bu kadar sıkı kapatabilir?

 

Türkiye’den gelenleri kimse anlamıyor. 
Orası artık bir bataklık.
Her gün bir kadın öldürülüyor.
Kürtler sistematik bir şekilde bastırılıyor. Şehirler tanklarla kuşatılıyor, seçilmişler cezaevlerinde çürüyor.
Gazeteciler her sabah evlerinden alınırken, LGBTİ+ bireyler sokak ortasında saldırıya uğruyor.
Gençler işsiz, insanlar umutsuz.
Ve yine, kaçmak zorunda kalıyoruz.
Yalnızca yaşamak için.
Ama kaçtığımız yerde de ayaklarımıza yeni prangalar takılıyor.

 

Bir kadın anlatmıştı bir gün, kampta sabaha kadar uyuyamamış. Güvenlik görevlisinin tacizine uğramış ama şikayet edersem sınır dışı edilirim diye korkmuş.
Bir trans kadınsa Türkiye’de tehditlerden kaçmış, burada ise duş kapısı kilitlenmeyen bir kamp odasında sürekli aşağılanıyor.
Bir Kürt genç, “Ben Türkiye’de dağa gitmedim diye cezalandırıldım, burada ise dağa gitmedin diye sığınma vermiyorlar” diyor.

 

Evet, biz buraya sadece iltica etmedik, buraya yüklenmiş onca yalanı da kırmaya geldik.
Biz yaşamak istiyoruz, sadece yaşamak.
Ama önce bir kimlik kartı, sonra bir iş, sonra bir ev, sonra bir arkadaş… her şey sıralı ve şartlı.

 

Bugün 20 Haziran.
Yine törensel cümleler kurulacak, yine birkaç kurum kibar bir açıklama yayınlayacak.
Ama biz kamp kapılarında sıramızı beklemeye devam edeceğiz.
Çünkü bizim için hiçbir gün “özel” değil, hiçbir sabah “kutlu” değil.

 

Bizim için tek gerçek var,
Yaşamak zorunda olmak.
Her yerde.
Her koşulda.

 

Bu bir mülteci meselesi değil.
Bu, dünyanın ayıbıdır.
Ve bu ayıp, hiçbir pasaportla temizlenemez.

 

Mehmet Murat Yıldırım