Ana içeriğe atla
Görsel
Cenk Ağacabey'ın fotoğrafı

Söyleşi : Mülteciliğin Ekonomi Politiği

"Göçmenlik ve ırkçılık-ayrımcılık bu temel nedenlerle sınıfsal konulardır, ancak sınıfsal temelde anlaşılabilir. Bu meseleler son yıllarda ağırlıklı olarak özellikle kimlik, kültür, aidiyet kapsamında ele alındığı için işler daha da karmaşıklaşmaktadır. Oysa durum son derece açıktır; göçmen emekçiler bugünün Avrupası’nın adeta “en alttakileri”dirler, en ağır ve kötü çalışma koşullarına sahip işlerde en ucuza çalıştırılmaktadır." 

Önder Özdemir’in Avrupa’daki siyasi mülteciler üzerine* yaptığı söyleşilerinden Cenk Ağcabay’ın** merkez-çevre ülkeler ve mülteciliğin ekonomi politiğini anlattığı söyleşisini sizlerle paylaşıyoruz.  

 

Kendinden bahseder misin?

7 yıldır İsviçre’de yaşıyorum. İsviçre’ye gelmezden önce Türkiye’de yayıncılık yapıyordum. Yayıncılığa ve gazeteciliğe üniversite öğrencisiyken başladım. Okul bittikten sonra da aynı çalışmaları sürdürdüm. İsviçre’ye gelmezden önceki yıllarda bir taraftan yayıncılığı sürdürüyor, bir taraftan da kendi kitaplarım üzerine çalışıyordum.

 

Neden iltica etmeye karar verdin? Ve neler yaşadın?

İsviçre’ye gelip iltica etmemin nedeni Türkiye’de emniyet ve MİT’in ortaklaşa gerçekleştirdiği bir komplo sonucu bir grup arkadaşımla birlikte yasal takibata uğramam oldu. Bütünüyle sahte bilgi ve belgelere dayandırılan bir dizi suçlama ile karşı karşıya kaldık. Bazı arkadaşlarımız bu suçlamalar nedeniyle birkaç yıl hapishanede kaldı. Bir kısmı halen hapishanede bulunuyor. Ben operasyonun başlangıç aşamasında Türkiye’yi terk edip İsviçre’ye geldim. Bir süre bekledikten sonra ülkeye dönemeyeceğim netleştiğinde iltica ettim. İltica etmemden bir yıl sonra bu kez Sabah gazetesi, içinde benim de yer aldığım bir grup insanı bir kez daha asılsız suçlamalarla afişe etti ve hedef gösterdi. Aradan geçen zaman içinde, bu komployu düzenleyen emniyet ve MİT mensupları ve yargılamayı yapan mahkeme heyeti FETÖ üyeliği suçlamasıyla hapishaneye girdi.

Bu operasyon başlamazdan önce ülkeden ayrılmak ya da iltica etmek gibi bir düşüncem yoktu. Operasyondan bir ay önce Almanya, Hollanda, Danimarka’da idim. İki ay önce Suriye ve Lübnan’daydım. Filistin halkının yaşadığı tarihsel trajedinin izlerini süren bir belgesel filmin yönetmenliği işini üstlenmiştim. Suriye ve Lübnan’da Filistin mülteci kamplarında kalmıştım. Bir halkın kuşaklar boyu “mülteci” olarak yaşamak zorunda kalmasının ve direnişinin ne anlama geldiğini bir dizi portre aracılığıyla anlatmak istiyordum. 1982’de Lübnan’da Filistin halkıyla beraber İsrail saldırganlığına karşı direnen genç bir Türkiyeli devrimci savaşa dahil olduğu ilk dakikalarda kollarını kaybetmişti ve uzun yıllardır Kopenhag’da özel bir bakım merkezinde “mülteci” olarak yaşıyordu. Yolculuğun son durağında onu ziyaret etmiş ve film için onun portresini hazırlamıştım.

Yolculuklarım sırasında çok sayıda Türkiyeli politik mülteciyle tanışmıştım. Türkiye’den tanıdığım bazı eski arkadaşlarım Avrupa’da politik mülteci olarak bulunuyordu, onlarla iletişimim devam ediyordu bu nedenle politik mültecilik bana çok yabancı değildi, ama daha önce de söylediğim gibi, aklımdan geçen bir şey de değildi. Ülkede uzun zamandır sürdürmekte olduğum politik çalışmalar ve yayın projelerim vardı, hedefim bunları tamamlamaktı.

Ülkeye dönemeyeceğim netleştiğinde, İsviçre’ye iltica etmeye karar verdim. İsviçre’de iltica talebinde bulunmamın nedeni burada bana yardım edecek arkadaşlarımın olmasıydı. Bu gerçekten de büyük bir şanstı. Ben kampta çok kısa bir süre kaldım. Arkadaşlarımın evleri uygundu ve bana açtılar. Bu sayede hızla hayata kaldığım yerden istediğim tarzda yeniden katılma olanağı buldum. Eğer arkadaşlarım, sundukları destek ve dayanışmaları olmasaydı; neredeyse hiç kimsenin İngilizce bilmediği yalıtık bir İsviçre köyünde bir odada üç buçuk yıl geçirmek zorundaydım. Bu İsviçre’nin göçmen politikasının bir enstrümanı. Yalıtma politikası olarak adlandırabileceğimiz bu uygulamayla, yeni ilticacılar ücra kırsal alanlara yerleştiriliyor ve burada bekletiliyor. Benim iltica başvurum ile kabulü arasında üç buçuk yıl geçti. Ortak bir dile sahip olmadığınız çoğunlukla yaşlı ve yabancılara pek de sıcak bakmayan insanların yaşadığı bir köyde üç buçuk yıl boyunca ne yapılırdı? Bunu hala bilmiyorum.

 

Zürih’te akademik ve politik faaliyetlerini nasıl sürdürüyorsun?

Arkadaşlarımın yardımlarıyla Türkiye’de yürütmekte olduğum çalışmalarımı burada da sürdürmeyi başardım. Burada bulunduğum sürede Türkiye’de bir kitabım yayımlandı ve bir başka ortak kitaba yazar ve editör olarak katkıda bulundum. Sanırım birkaç ay içinde yeni bir kitap çalışmam da tamamlanacak ve yayına hazır olacak. Burada Sendika.Org’a da düzenli yazmaya başladım. Arkadaşlarımın yardımları bana çok önemli kolaylıklar sağladı. Bu açıdan benim deneyimim politik mültecilerin genel olarak yüz yüze geldiği koşulları tam olarak yansıtmıyor. Bir başkası o üç buçuk yılı bambaşka yaşayacaktı. İsviçre gerçekten çok pahalı bir ülke ve ilticanız kabul edilene dek yasal çalışma hakkınız yok ve göçmen kurumu tarafından size verilen aylık 480 frank ile geçinmek zorundasınız. Bir cafede içeceğiniz bir kahvenin 4 ile 5 frank arasında, en ucuz yiyecek olan ekmek arası dönerin 9 ile 10 frank arasında olduğu bir ülkede bu rakamlarla yaşamanın ne demek olduğu sanırım kolayca anlaşılabilir. Tek yapabileceğiniz kaçak işlerde çok ucuza çalışmak.

Ülkeye gelmeden önce ne ummuştun, geldiğinde ne buldun?

Ben Avrupa’yı önceden de tanıyordum. Bu nedenle gelirken ne bulacağımı az çok biliyordum. Türkiye’den ayrılmak zorundaydım ve benim için en uygun yer İsviçre’ydi. İsviçre kapitalist bir merkez. Dünyayı soyan “nazik ve medeni” finans patronlarından bir grubun kumanda ettiği bir ülke. Bir taraftan kendi güzel doğasını koruyan, nehirlerini, göllerini özel bir hassasiyetle korumaya çaba harcayan duyarlı insanların ülkesi, ama diğer taraftan da kendi tekelci şirketlerinin faaliyetleriyle Peru’nun, Kongo’nun, Brezilya’nın göllerini, nehirlerini zehirleyen bu ülkelerin doğasını mahvedenlerin ülkesidir. Suriye’de, Yemen’de katil cihatçı çetelere taşınacak ölümcül silahları Suudi Arabistan’a satan silah üreticilerinin ülkesidir. Suudilere sattıkları silahların Suriye’de çeteler tarafından kullanılmakta olduğu sol basın tarafından belgelenerek kamuoyuna sunulduğunda, “ah pardon, bilmiyorduk” diyerek insanların aklıyla büyük bir nezaketle alay edenlerin ülkesidir. Aynı zamanda da tüm bunlara karşı çıkan, bunları afişe edip, mücadele eden insanların da ülkesidir. Ben İsviçre’de de bu insanlarla solda duran insanlarla bir aradayım.

Mülteciler üniversitelerde okuyabiliyor mu?

Eğitim düzeyi yüksek mültecilerin daha ziyade sosyal hizmetler alanında eğitime yönlendirilip, bu alanda çalışmaya sevk edildiği gözleniyor. Bu, entegrasyon süreçleri daha hızlı ve başarılı olacağı düşünülenlerin bir tür aracılık işlevi görebileceği düşünülerek tercih ediliyor. Geniş göçmen kitlesinin dil ve kültür ortaklığına sahip olduğu bu insanlarla daha kolay ve başarılı bir diyalog kuracağı öngörülerek oluşturulmuş bir uygulamadır bu. Sosyal hizmet alanında çalışan mültecilern işlevini volan kayışının işlevine benzetebiliriz

 

İsviçre’deki ayrımcılık konusunda ne düşünüyorsun?

Ayrımcılık ve ırkçılık tüm Avrupa’da olduğu gibi İsviçre’de de güçlenen bir eğilim. Ben bunun egemen sınıfın aşamadığı çok yönlü derin bunalımları karşısında politik alanda yer açtığı bir seçenek olduğunu düşünüyorum. Avrupa kapitalizmi göçmen emeğine muhtaç, göçmen emeği ucuz işgücü kaynağı. Aynı zamanda göçmen emeği aracılığıyla patronlar tarafından körüklenen rekabet işçi sınıfını bölmek, parçalamak, ortak hareket etmesini önlemek gibi patronların işini çok kolaylaştıran bir sonuç yaratıyor. Güçlü bir solun yokluğunda, Avrupa işçi sınıfının büyük ölçüde sağa kaymakta olduğu, ırkçı ayrımcı eğilimlerin işçi sınıfı içinde de güçlendiği son yıllarda pek çok gözlemcinin üzerinde ortaklaştığı bir olgu. İsviçre’de de bunu çok net gözlemliyoruz. Meselenin bir de tarihsel boyutu var kuşkusuz; Mike Davis çok değerli bir kitabında şöyle der:

"Bu kitap, kilit tezlerinden birisi olarak, bugün bir Soğuk Savaş terimiyle “üçüncü dünya” adını koyduğumuz şeyin, gelir ve servet eşitsizlikleri (o ünlü “kalkınmışlık farkı”) içerisinde boy verdiğini söylüyor. Söz konusu eşitsizlikler en çok da on dokuzuncu yüzyıl son çeyreğinde, Avrupalı olmayan büyük köylü toplumların dünya ekonomisine eklemlenmesine başlandığı dönemde gelişti.
Başka tarihçilerin de son dönemde işaret ettikleri gibi, Bastille’de kıyametin koptuğu sıralarda, dünyanın belli başlı toplumlarında dikey sınıf farklılıkları göze çarpıyor, ancak ülkeler arasında ciddi gelir farklılıkları gözlenmiyordu. Örneğin bir Fransız sans-culotte ile Dekkanlı bir rençber arasındaki yaşam standardı farklılıkları, her birini kendi egemen sınıflarından ayıran uçurumlara kıyasla önemsiz sayılırdı. Oysa Viktorya döneminin sonuna gelindiğin de, uluslar arasındaki eşitsizlik de sınıflar arasındaki eşitsizlik kadar kökleşmişti artık. İnsanlık, onulmaz biçimde bölünmüştü. Enternasyonal’in uyanmaya davet ettiği o ünlü “esirler dünyası” da tıpkı elektrik lambaları, Maxim makineli tüfeği ve “bilimsel” ırkçılık gibi, geç Viktorya döneminin icadıydı."

Göçmenliğin temelinde de dünyanın Davis’in söz ettiği tarzda bölünmesi olgusu bulunuyor. Politik göçmenlik bunun sadece küçük bir parçasıdır. Dünyadaki bu bölünmüşlük çevre ülkelerden (yoksulluktan) emperyalist metropollere (refaha) doğru kitlesel akışı koşulluyor. Irkçılık esas olarak kapitalizmin emperyalist aşamaya sıçradığı bir evrede maddi temelini bulan bir ideolojiydi. Mike Davis’in vurguladığı zaman dilimi kapitalizmin emperyalizme dönüşme sürecine denk düşer. Avrupa merkezci ideoloji, Avrupa’nın sömürgeci hakimiyetini pekiştirdiği süreçlerde egemen ideoloji olarak güçlendi. Bu ideoloji güçlü bir ırkçı öğe barındırıyordu. Avrupa’da kapitalizmin emperyalizme sıçramasıyla birlikte bu ideoloji daha bütünlüklü ifadeler buldu. Bu ideolojiye içkin ırkçılık belirli koşullar altında daha başat bir unsur haline gelebiliyor. Davis’in sözünü ettiği “onulmaz biçimde bölünme” hem göçmenliği, hem de ırkçılığı-ayrımcılığı kavrayabilmek için önemli bir zemin sunuyor. Dünyadaki bu bölünme zaman içinde daha da derinleşti. Şöyle örnekleyeyim, İsviçreli işçi sınıfından bir ailede doğmuş, normal bir eğitim almış ortalama bir çocuk 3 dili okuyup, yazacak ve konuşacak olanaklara sahiptir. Türkiye’den ya da başka bir çevre ülkeden gelen ancak egemen sınıftan bir çocuk benzer olanaklara sahip olabilir. Egemen sınıftan çocuklar zaten çoğunlukla Avrupa’da eğitim alır, tatil yaparlar. Onların Avrupa’ya iltica etmesi pek rastlanan bir durum değildir. Bu nedenlerle, emekçi sınıftan normal bir ilticacı aile mensubunun bir İsviçreli emekçi aile mensubuyla iş bulma ya da sosyal statü kazanma konusunda rekabet etme olanağı yoktur. İstisnai durumlar her yerde ve zamanda olduğu gibi burada da bulunur, ama bu genel durumu temsil etmez. Yakınlarda Avrupalı sosyal bilimcilerin yaptığı bir araştırma bu durumu açık biçimde ortaya koydu. Göçmen çocuklarıyla İsviçreli çocuklar arasında derinleşen eğitim düzeyi farkının boyutlarını ortaya çıkardı.

İtalyan Marksist felsefeci Domenico Losurdo, Batı’da yerleşik politik düzenin bir Herrenvolk (üstün ırk) demokrasisi olarak adlandırılabileceğini ileri sürer. Bunu ileri sürmesinin nedeni, Avrupa’da demokratik devrim süreçlerinin güçlenmesiyle köle ticaretinin ve sömürgeciliğin aynı zaman kesitine ait olmasıdır. Amerika’da demokratik anayasal düzenin köle sahipleri eliyle yaşama geçirilmesidir. Meseleye Avrupa’da bugünkü toplumsal işbölümü üzerinden baktığımızda, büyük ölçüde benzer bir durumla karşılaşıyoruz. Avrupa’da ve İsviçre’de, temizlik ve bakım hizmetleri, taşımacılık, inşaat gibi ağır çalışma koşullarının ve ucuz işgücünün esas olduğu sektörlerde işgücünün ezici çoğunluğu göçmen emekçilerden sağlanmaktadır. Toplumsal işbölümü adeta ırksal bir temele dayandığı görüntüsü vermektedir. Bu o kadar öyledir ki, İsviçre diğer Batılı ülkelerden de göç almaktadır. Almanya’dan, Fransa’dan da çalışmak için İsviçre’ye gelen ciddi bir nüfus vardır. Bu ülkelerden gelenler genelde doktor, mühendis, öğretmenler olurken, Ortadoğu ve Asya’dan gelen göçmenler yukarıda sözünü ettiğimiz sektörlerde çalışmaktadır. Fabrikalarda da benzer bir eğilim vardır, fabrika işçilerinin göçmenlerden oluştuğu birçok fabrikada şefler İsviçrelidir. Fabrikadaki işbölümü de adeta “ırksal” bir nitelik kazanmıştır.

İsviçre’de “Türk”, “Hint”, “Tamil” bakkalları görürsünüz. İlk bakışta bunun bir kültürel farklılık işareti olduğunu düşünürsünüz, doğal olarak dersiniz “herkes kendi ürünlerini, alışık olduğu kendi damak tadına uygun yiyecekleri tüketmek istiyor.” Ama bu işin sadece bir tarafıdır, diğer tarafta, bu bakkalların tümünün ortak özelliği; İsviçre marketlerinin fiyatlarıyla kıyaslandığında ciddi farklar oluşturan ucuz ürünler satmalarıdır. Meselenin kültürel bir boyutu kesinlikle vardır ama aynı zamanda buralar “düşük gelir grubu” denilen İsviçre’nin yoksullarının alışveriş mekanlarıdır. Tam da böyle olduğu için buralardan alışveriş yapan İsviçrelilere de rastlarsınız. Buradan alışveriş yapan İsviçreliler bir çok kültürlülük deneyimi yaşamaktan ziyade genelde düşük fiyatlar nedeniyle buradadırlar.

Göçmenlik ve ırkçılık-ayrımcılık bu temel nedenlerle sınıfsal konulardır, ancak sınıfsal temelde anlaşılabilir. Bu meseleler son yıllarda ağırlıklı olarak özellikle kimlik, kültür, aidiyet kapsamında ele alındığı için işler daha da karmaşıklaşmaktadır. Oysa durum son derece açıktır; göçmen emekçiler bugünün Avrupası’nın adeta “en alttakileri”dirler, en ağır ve kötü çalışma koşullarına sahip işlerde en ucuza çalıştırılmaktadır. Dünya gerçek anlamda “onulmaz biçimde bölünmüştür”. Dünya basınından yansıyan bilgilere göre, Türkiye’deki Suriyeli göçmen kamplarından aylık 100 dolar, 150 dolar para karşılığında Suriye’de savaştırmak üzere binlerce genç insan temin edilmektedir. Bazı Suriyeli göçmenler temel ihtiyaçlarını karşılayabilmek için organlarını satmak zorunda kalmaktadır. New York Times, Guardian tanıklıklara ve istihbarat raporlarına dayanarak bunları defalarca haberleştirdi. Bu rakamlara ölüme giden binlerce gencin kolayca bulunabildiği bir bölgenin koşullarıyla işçi sınıfından bir ailenin sadece bir çocuğu için ödediği aylık kreş parasının 1000 dolara denk düştüğü İsviçre gibi bir ülkenin koşulları nasıl karşılaştırılabilir. Hiç kuşkusuz, 100-150 dolara ölüme gitmek zorunda olanlar için İsviçre’de sahip olunacak sağlık sigortası, bir oda ve aylık 480 frank “kurtuluş” anlamına gelecektir.

Mesele son derece karmaşıktır. En son Suriye’ye yönelik emperyalist saldırının açığa çıkardığı bir gerçeklik meselenin karmaşıklığını göstermiştir. Avrupa’dan Suriye’ye, Irak’a cihada giden binlerce Avrupalı gencin tümü birkaç kuşaktır Avrupa’da yaşayan göçmen emekçilerin çocuklarıydı.

 

Bu göçmen çocukları hiç bilmedikleri bir coğrafyada savaşmaya nasıl böyle kolayca gidebildiler?

Hepsi Avrupa’da doğmuş, eğitimini burada almış ya da alamamış, çocukluğunu burada geçirmişti. Suriye’yi haritada göstermekte zorlanacak bu çocukları Irak’a, Suriye’ye cihada götüren nedenlerin ve mekanizmaların ciddi ele alınması gerekir. Paris’i kana bulayanların tümünün yaşam öykülerini basında aileleriyle, arkadaşlarıyla yapılan söyleşilerden ve Avrupa polisinin verdiği bilgilerden öğrendik. Tümü de erken yaşlarda hırsızlık ya da başka küçük suçlardan polisle tanışmış, doğru dürüst eğitim olanağı bulamamış gettolara hapsedilmiş “kriminal Avrupalı”lardı. Suriye Cihadı neredeyse tümü için sadece bir son duraktı.

İlginçtir, Fransa’da 1830 Temmuz Devrimi patlak vermezden kısa bir süre önce Fransız Ordusu Cezayir’i sömürgeleştirmek amacıyla işgal etmişti. İşgale karşı büyüyen direnişi askeri olarak ezmek isteyen Fransa’nın yeni “devrimci” yönetimi, Temmuz Devrimi’nde öne çıkan 1500 Parisliyi Cezayir’i “uygarlaştırma” misyonuyla Cezayirli direnişçilere karşı savaşmak üzere gemilere doldurup Cezayir’e göndermişti. Paris Emniyet Müdürü daha sonra, bu uygulamanın “başkentin güvenlik ve selametini sağlamak” açısından taşıdığı önemi dile getirmişti. Son yıllarda Suriye ve Irak’a cihada giden göçmen çocuklarının hikayeleri bana bu tarihsel olayı anımsattı. Polis kayıtlarında “suçlu” kategorisinde yer alan epeyce gencin cihat için Avrupa’yı kolayca terk etmeleri ve büyük çoğunluğunun dönememesinin Avrupa başkentlerinde “güvenlik ve selametin” sağlanmasına önemli bir “katkı” sunduğu yüksek katlarda muhtemelen düşünülüyordur. Oysa onları üreten sosyal ve ekonomik koşullar, sınıfsal sömürü, uğradıkları ayrımcılık olduğu yerde duruyor ve ırkçı-faşist hareketler tüm Avrupa’da yükseliyor. Irkçı-faşist hareketlerdeki güçlü Müslüman karşıtı damar kendi karşıtını da güçlendiriyor. AKP’nin son yıllarda Avrupa’da yürüttüğü örgütlenme ve propaganda faaliyetleri büyük ölçüde bu çatışmadan besleniyor ve bu gerçek çelişkiyi istismar ediyor. Sürekli olarak birbirini besleyen bu düşman kardeşlere karşı, Avrupa’da solun meseleleri sınıfsal ve politik temelde ortaya koyan “Emekçilerin Birliği”ni merkeze alan bir yaklaşıma gereksinimi var.

Tabii kendi egemenlerinin emperyalist politikalarıyla da açık olarak hesaplaşmaları gerekiyor. Libya ve Suriye’ye yönelik emperyalist saldırıların son yıllarda hem göçmen sayısının artışında hem de gençlerin cihatçı saflara katılımında önemli bir faktör olduğu biliniyor. Bu ülkelerin yakılıp yıkılmasına neden olan bombalamalar, cihatçı çetelere sunulan mali, politik ve silah desteği bugün en önemli sorun olarak sunulan “Avrupa göçmen krizinin” en başta gelen nedenleridir. “Demokrasi taşıma”, “özgürlük taşıma” kutsal örtüsü altında gerçekleştirilen emperyalist saldırılara karşı net bir tutum almak bu açıdan önem taşıyor. Son 40 yılda kendi ülkelerinde kazanılmış tüm demokratik hak ve mevzilere saldıran, Neo-liberal azgınlıkla kendi emekçilerini daha fazla soyan, yoksullaştıran haydutlar nasıl olur da dünyanın başka bölgelerine “demokrasi, “özgürlük”, “refah” taşırlar? Avrupa egemenleri 2 yıl önce yaptıkları bir zirvede meseleye nasıl yaklaştıklarını tüm açıklığıyla ortaya koyan bir planı tartıştılar. Bu plan, Libya’da belirli askeri bölgeler kurup, göçmenleri burada kurulacak kamplarda toplayıp, işe yarayacak olanları seçip Avrupa’ya yollamayı, kalanları yani “işe yaramazları” kamplardan ülkelerine geri gönderme adımlarını kapsıyordu. Bu plan onların ne istediklerini tam olarak ortaya koymuştu…


*Söyleşi 2018 yılında sendika.org sitesinde yayınlanmıştır.
** İsviçre’de politik mülteci ve aynı zamanda bir Sendika.Org yazarı olan Cenk Ağcabay, özellikle Ortadoğu üzerine yazıyor. Türkçede dört kitabı yayınlandı, beşincisini de tamamlamak üzere…